26 Eylül 2011 Pazartesi

Siz Rafet El Roman'ın " Macera Dolu Amerika", dediğine bakmayın her eyaleti ya da her şehri değilmiş onu gördük. Misal Atlanta, macerayı bulmanız lazım kendiliğinden gelmez, öyle bir yer. Peachtree diye bir şehri var alabildiğine yeşil, orman. İnsan sessizlikten korkuyor öyle bir yer. Bir göl vardı biraz yürüyeyim etrafında dedim, insan yok etrafta, ses de yok. Hiçbir şey yok ama yeşil, güzel yani. Gerçi macera yok dedim ama Amerika, ilk maceramı havaalanında yaşattı bana. Hem de korku dolu bir macera. Efendim, almışım on yıllık vizemi, gelişim belli gidişim belli niye strese sokuyorsunuz ki adamı. Yok, form doldur onu göster bunu göster, hayır bir form doldurt da ikinci ne oluyor? ikisinde de aynı sorular. Neyse o polis beni ahret sorusuna çekti, zaten zebani gibiydi. Hah! Dedim sıçtın geri yollayacaklar seni. Niye geldin? otel rezervasyon kağıdın – belki sokakta yatıcam ak ne karışıyosun- , n iş yapıyorsun- salak, sanki ülkene yerleşecek olsam Atlanta’ya gelicem- bıdıdı bıdı. Peki, beni o ahret sorularından ne kurtardı dersiniz, bir senelik özlem sonrası kavuştuğum HMT giriş kartı. Gazeteci olduğunu kanıtlayacak bir şey var mı diye sorunca bizim zebani ( he was a black guy) ben de HMT kartımı gösterdim ama Türkçe yazıyor yani neyi anladı bilemedim. Ulan akbil versem inanacak o denli. Neyse hadi orayı geçtik, sonra bavulunu bir kere aldın ya sanma ki sende kalacak, onu bir kere daha ne s.kme alıyorlar anlamış değilim. Sonra güvenlikten geçtim de aman hemen bavuluma kavuşurum yoooooook öyle yağma. Metroya biniyosun ya bildiğin metro, ordan 5 durak git ki bavulunu bul da al. Tabi böyle yazınca kolay geliyor ama benim gibi Anadolu çocuğu nerden bilsin bunları.
Gelelim sonraki günlere… Bavulu aldık, otele geldik. Ha öyle bizim Türkler gibi ah canım hoş geldin falan tabii ki yok, olsun canları sağ olsun. O otelde çalışanlar zaten fazlasıyla hi, hello, welcome diyorlar, kafi. Evet, iki gün PR’cı kızımızla aynı otelde kaldığımı bilmemem hayli ilginçti, yani etrafta yapacak o kadar çok şey yoktu ki, o kadar yoktu, öyle söyleyeyim. Film falan izledim, yürüyüşler falan… Öyle sade… Perşembe günü sağ olsunlar bir Atlanta turu ayarlamışlar, iyi ki ayarlamışlar çünkü aynı otelde kaldığım ve tanışmadığım pek değerli basın mensuplarıyla tanıştım. İki İspanyol, bir Avusturyalı bir de Yunan. Tabii ki Yunanlıyı kimse tanıştırmadı, benim kanım kaynadı da gittim yanına tanıştım, “merhaba sen de gazeteci misin?” Şeklinde oldu. Seviyorum bu Yunanlıları, iyi insanlar, bi de çok benziyoruz lan! Ne bilim aynı şeylere gülmek, aynı şeyleri anlamamak gibi falan. Sonra bir de aramıza İsrailli katıldı tam olduk . Gerçi biz üçlü olarak gayet iyi anlaştık, güldük, eğlendik.
Heh, sanmayın ki muhteşem Atlanta gezimi yazmayacağım. İnanır mısınız limuzin kiralamışlar. Biraz soğukkanlılıkla karşıladım bunu, yani millet fotoğrafını falan çekti ben cool tavrımı korudum – sanırsınız her gün işe limoyla gidiyorum-. Atlanta’ya gittik, 50 dk gittik gitmedik bir parkın önüne saldılar bizi. Hemen yanımızda CNN binası vardı. Gittik tabi ama gruptaki diğerleri pek gönüllü olmadığı için stüdyoları gezmedik, aynı şey coca cola müzesi ve akvaryum için de geçerli. Hoş coca cola müzesine niye girelim ki yani, şişe kapaklarına mı bakıcaz? Tutturduk da bir “shopping mall” diye. Zaten benim tek gayem iphone almak olduğu için he dedim haydi gidelim. Limo’muza atladığımız gipi doğru shopping mall… lenoux square adında. Bildiğin Galleria gibi bir yer. İçinde de gap var zara var yani. Neyse ben iphonumu aldım üstünüze afiyet. Ekmeği bile daha yavaş alırım öyle düşünün o denli hızlı bir alış veriş oldu. Bu alış veriş merkezinde onların deyimiyle acayip “niga” vardı. Üfff hem de tam niga lan escaladelerle gelen, Louis vouitton çantalı, efendime söyleyeyim boxer görünen hatta pantulu götünden düşen tipler… Onları biraz bizim Almancılara benzettim kızlardaki süsü falan. Bi abartı var yani.
Gelelim set ziyaretine, işte en güzeli oydu. Düşünsene yaa bildiğin dünya izliyor diziyi, sen setine gitmişsin. O prison break’de izlediğin Sarah Wayne, karşında sandalyede oturup botunu çıkarak ayaklarını ovalayacak deseler inanır mıydım? Tabii inanmam. Ama aynen öyle oldu. O Terminatör serisini bilmeyen yoktur ya işte onun senaristi ve yapımcısı Gale Ann Hurd’le yemek yemek , ne bilim işte güzel şeyler. O an işini o kadar çok seviyorsun ki için sevgi dolup taşıyor. Oha lan resmen Amerikan dizisi setindeyim diye. Neyse, önce sevgili senaristlerden ve The Walking Dead’in çizgi romanının yaratıcısı Robert Kirckman’la telefonda bir röportaj yaptık, çoluğu çocuğu varmış ondan gelememiş yanımıza. Komik adamdı gerçi iyi güldük telefonda. Sonra yapımcı, Gale’le bir öğlen yemeği yedik, yine röportaj… Gale Ann Hurd, röportajında cümleler sanki hep yarım yarım. Hani Amerikalıların öyle genel bir tavrı var ya ımmm, ahh yea, ok , that’s like… you know… tarzında. Biraz öyle. Sonra Greg Nicortero ile buluştuk. Adam bildiğin Greg Nicotero. Ödüllü falan bir 'special effects creator'. Çok alçak gönüllüydü ama ödülünü falan söyleyince bi anlıyosun tavırlardan  Greg’den sonra sete gittik. Set dediğim ilk önce set ekibinin konuşlandığı alana. Yemek çadırı olsun, makyaj karavanları, oyuncu karavanları her şey burada. Ben diyim size 10 siz diyin 20 tır var. Bir tane de kocaman yemek çadırı, tabii ki Türkiye’dekilerle kıyaslanamayacak derecede mükemmel bir set. Sonrasında gidip, çekimleri izledik, bir sahneyi defalarca çekiyorlar, o konuda aynılar sanırım bizimkilerle. Tabi oradaki, ışıktır, sahne ekipmanıdır vs dir almış başını gidiyor. Bir ışıklar var bizim İnönü’yü aydınlatır. Aynı dekordan iki tane var mesela birisi yarım birisi tam, hani adamlar yapıyor kardeşim! Tadında bir durum. Yeni bölümden bir sahneyi çekiyorlardı onu izledik bu arada Shane rolündeki adamla röportajımızı yaptık. Tam bir beyaz zenci ama çok doğal ve içten. Ben çoğu oyuncuyu samimiyetsiz bulurum, birçoğu sana da oynar zaten ama bunların hiç biri öyle değildi, gerçekten öyle. Sarah, derseniz o da aynı lokum gibi kız, tatlı tatlı cevaplıyorlar sorularını, hiçbir ukalalıkları yok. Aaa, bak ayıp oldu Norman Reedus’u, unuttuk. O da motosikletiyle geldi kafası biraz yağlı gibiydi ama belki wax falan sürmüştür günahını almamak lazım. Bir de setin mekan bulma görevlisi, adı Mike’tı sanırım. İnanın hiç dinlemedim ama ona da sayfada bir kutu yaparım ayıp olmasın diye. İnsanların hakkı dimi o koca çiftliği nasıl bulduklarını öğrenmek. Bir de set fotoğrafçısı abi var. Adana’da yaşamış bir süre, merhaba, güle güle, gırla tabii güzel fotoğraflarımızı çekti hem de zombiyle. Gerçi çok sade bir zombi verdiler bize, bir tane daha vardı ağzı burnu bir yerde Allah esirgesin. Hah bak neyi unuttum. Kameraman kadın! Evet yanlış duymadınız bildidğin kameraman kadın. Hayır arkadaş benim cahilliğim mi, ben mi görmedim 40’ını geçmiş resmen kameramanlık yapan bir kadın gördüm. O da uzun yıllar CNN’de çalışmış, bir süre Cizre’de yaşamış hani Silopi olan belki çoğumuzun haritada bilmediği yer. Bu arada Hürriyet’ten çoğunun haberi var. Garip bir duygu, sen elin Amerikalısı ooo hürriyet the biggest newspaper falan deyince gururlanmamak elde değil herhalde. Anlayacağınız beş günlük Atlanta gezim biraz mükemmeldi.