23 Kasım 2011 Çarşamba


Babam tarzımı yenilikçi buluyor















Röportaj: Gülbahar KARAKUŞ


Dünyaca ünlü müzisyen Sting'in kızı Coco Sumner, geçtiğimiz hafta Forum Ankara Moda Sokağı'nın açılışına katılmak üzere Türkiye'ye geldi. Başkentteki konser öncesi İstanbul'da buluştuğumuz Sumner, muziğini ve babasıyla ilişkisini sadece Kelebek'e anlattı.


  Türkiye'ye gelmeye nasıl karar verdiniz? 

 - Ankara'daki açılışta konser vermemiz için davet ettiler. O sırada yeni albümüm üzerinde çalışıyordum gerçi, ama bir süre düşündükten sonra gelmeye karar verdim.

  Neydi size o kararı verdiren? 

 - Daha önce hiç Türkiye'de bulunmamıştım. Teklif o yüzden çok çekici geldi.

 İstanbul'u gezmek için yeterince zamanınız oldu mu?

 - Olmadı maalesef ama kaldığım otelin penceresinden hem Asya hem de Avrupa'yı görebiliyorum. Sanki bir kıtadan diğerine yüzebilirmişsin gibi görünüyor. Sting'in kızısınız. Herhalde müzikle ilgilenme konusunu uzun uzun düşünmenize gerek kalmamıştır... - Müzik benim için bir rahatlama tarzı. Aynı zamanda her ikimiz için de kendimizi ifade etmenin bir yolu.


ALBÜMÜMÜ TEK BAŞIMA YAPTIM 



  İlk albümünüz "The Constant" geçen yıl çıktı. Onu hazırlarken arkanızda bir baba desteği var mıydı?

 - Bir iş yapmaya kalkıştıysanız, buna aileyi karıştırmanın alemi yok! Yapacaksanız kendiniz yapmalısınız. Tıpkı benim yaptığım gibi...
 
  Grubunuzun adı neden I Blame Coco?

 - "I Blame Coco" ilk yazdığım şarkılardan... İngiltere'de bir barda program yapıyorduk ama grubumuzun hâlâ bir ismi yoktu. Acilen isim bulmamız gerekiyordu. Biz de gruba işte o dönemlerde yazdığım şarkının ismini verdik.

  Bu arada; gerçek adınız Eliot... Coco ailenizin size taktığı bir lakap mı?

- Sayılır... Annem bana küçüklüğümden beri Coco diyor.

  İkinci albümünüz de ilki gibi punk rock türünde mi olacak?

 - O tarafa doğru bir gidişat var. Punk müzikten her zaman ilham aldım ama benim yaptığım hiçbir zaman tamamen punk müzik olmadı. İkinci albüm daha direkt ve daha tutkulu bir albüm olacak. Sulandırılmış olmayacak.

  Ne zaman çıkacak?

 - Hâlâ üzerinde çalışıyorum ama çok da uzak değil. Çalışırken keyifli mi olursunuz, gergin mi? - Bu benim için çok keyifli bir deneyim. Albüm üzerinde çalışmanın tedavi edici bir özelliği var sanki...
  BABAMLA ORTAK PROJEMİZ OLABİLİR




Sting'in çizgisinde mi ilerliyorsunuz, yoksa kendi bildiğiniz yolda mısınız? Babanız size tavsiyeler veriyor mu?

 - Babamın müzikleriyle büyüdüm. Kendim müzik yapmaya karar verdiğimde de ondan aldığım birtakım miraslar elbette vardı. Ama ilerlemek istediğim çizgi babamınki değil. Bizim müziklerimiz ve müzik yapma tarzlarımız birbirinden çok farklı. Yine de görüşlerinden faydalanıyorum.

  Babanız geldiğiniz noktadan memnun mu, tarzınızı beğeniyor mu?

 - Müzik benim için hayat demek ve önümde daha çok uzun bir yol var. Kendimi ve müziğimi istediğim noktaya getirmek için çok çalışıyorum. Babam da bana inanıyor ve bu yolda beni destekliyor. Tarzımı yenilikçi buluyor.

  Babanızla düet yapmak ya da onun bir şarkısını seslendirmek istemiyor musunuz?

 - Bir gün neden olmasın? Müzik evrensel olduğu ve herkesi birleştirebildiği zaman güzel. Önümüzdeki günlerde birlikte imza atabileceğimiz çeşitli ortak projelerimiz olabilir.

  Sting, nasıl bir baba? 

- Küçükken babamın stadyum konserlerinde backstage’de gezinir, müzisyenlerin hazırlanmalarını izlerdim. Müziğe ilgim olduğunu 4 yaşında anlamıştım. Ama bunu kimseyle paylaşmıyordum. İlk şarkımı 14 yaşımda yaptım mesela, ama kimseye söylemedim. Müzik ve ben yalnızdık, ta ki babam bana bana ilk gitarımı alana kadar. Bana aldığı gitar sayesinde 9 yaşımda en sevdiğim Sex Pistols şarkılarını çalabiliyordum. Müziğimi paylaşabilmeye aracı olduğu için babama borçluyum.

  Babanızla turneye çıkacağınız söyleniyor. Böyle bir planınız var mı?

- Mayısta yeni albümüm çıkıyor. Babamın da aynı döneme denk gelebilecek bir dünya turnesi projesi olabilir. Bu iki çalışmayı birleştirip onunla aynı sahneyi paylaşmak güzel olabilir.







KÖPEK BALIKLARINA TAKINTIM VAR

  Bu arada klavye takıntınız olduğu doğru mu?

- Bu daha önce de soruldu ama nereden çıktı gerçekten bilmiyorum. Sadece iki tane klavyem var. Eğer bir koleksiyonum olsa iyi olurdu ama klavyedense gitar koleksiyonum olmasını tercih ederim.

  Başka konularda takıntılarınız var mı?

- Çok takıntılı bir insanım. Bir konuyu kafama taktığımda onunla ilgili her şeyi bilmek isterim. Mesela köpek balıklarına takıntım var. Onlar hakkında her şeyi öğrenmeye çalışıyorum.


Korkmuyor musunuz? 

- Hayır, hiç korkmuyorum onlardan. Hatta keşke bir tanesiyle tanışabilsem diyorum!

14 Ekim 2011 Cuma

The Walking DEAD Atlanta'yı daha önce anlatmıştım zaten, işte bunlar da setten... Röportaj: Gülbahar KARAKUŞ Zombilerden kaçan bir grup insanın öyküsünü anlatan Amerikan dizisi “The Walking Dead”, yayınlandığı tüm ülkelerde izlenme rekorları kırıyor. Dizinin ikinci sezonu, Türkiye’de 23 Ekim’de FX kanalında ekrana gelmeye başlayacak. Tutkunları için “The Walking Dead”in Atlanta’daki setine konuk olduk, ekibe ikinci sezonun detaylarını sorduk.
Sarah Wayne Callies (Lori Grimes): Rolüme hazırlanırken mültecilerle konuştum Dizi ekibine nasıl dâhil oldunuz? - Tabii ki projenin yaratıcısı Frank Darabont sayesinde. Onun gibi biriyle çalışmak bulunmaz bir deneyim. Bir de senaryo daha önce gördüklerimden çok farklıydı. Zombiler hakkında hiçbir şey bilmiyordum ama bu dizinin eşsiz bir senaryoya sahip olduğunu anlamama engel değildi... İ kinci sezonda Lori karakterinde bir değişiklik olacak mı? - Evet, Lori ikinci sezonda çok değişiyor. Aslına bakarsan bu dizide bütün karakterler çok çabuk değişiyor. Şöyle söyleyeyim; ilk sezonda Lori, bir zombi öldürme fırsatını yakalayamamıştı. Bu sezon bu şansı bulacak, sorulara farklı cevaplar vermeye başlayacak. Lori’nin yükü artıyor diyebilirim. Sizi az önce çekimlerde izledim, bir sahne için defalarca tekrar yaptınız. Sıkıcı değil mi bu? - Bu bizim işimizin bir parçası ve ben her seferinde daha iyisini yapmak için bir yol buluyorum. Projenin başında, rolünüz için nasıl bir hazırlık yaptınız? - Senaristlerimizin bazılarına ilham veren Cormac McCarthy’nin “The Road”unu okudum. Bir de Amerika’daki mültecilerle konuştum. O insanların bir hükümeti, güvenliklerini sağlayacak birileri yok. Kendi su ve yemeklerini bulmak zorundalar. Hikâyedeki karakterlere çok yakın geldikleri için onlarla konuştum. Lori, ilk sezonda zombilerden kaçarken evden bir fotoğraf albümü almıştı. Siz olsanız yanınıza ne alırdınız? - Muhtemelen fotoğraf albümünü bırakır, yanıma kibrit ve bıçak alırdım. Jon Bernthal (Shane Walsh): Oyuncu olmadan önce tam bir baş belasıydım “ The Walking Dead”de yakaladığınız başarıyla hayatınız değişti mi? - Evet, ilk sezonda evlendim ve eşim hamile kaldı. Bu hayatımı her şeyden çok değiştirdi. Rol arkadaşlarımla da aile gibi olduk. Bu dizide yer almak gerçekten çok güzel. Frank Darabont’un işi bırakması hakkında ne düşünüyorsunuz? - Frank işi bırakmadı. Sadece artık burada olmayacak. O bütün oyuncuları belirledi, yönetmenleri ve yazarları bir araya getirdi. Bu iş onun vizyonunda gelişti. Şimdi de biz işin devamını getiriyoruz. Ama onun burada özlendiğini söyleyebilirim. Shane karakterinin, Rick’in eşi Lori’yle önceki bölümlerdeki ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? - Ben Shane’in kötü bir karakter olduğunu düşünmüyorum. Dizideki tüm karakterler, her şeyin en doğrusunu yapmaya çalışıyor. Shane, orada Lori ve oğlunun hayatının kendi elinde olduğunu biliyordu. Yani asıl amacı o ikisinin hayatını kurtarmaktı. Shane’e sorarsanız, evet Lori’yle olanları tekrar yaşamak isterdi ama o Rick’in gerçekten öldüğünü düşündüğü için böyle bir şey yaptı. Daha önce beyzbol oynuyormuşsunuz, bunun zombiler üzerinde etkisi oluyor mu? - (Gülüyor) Tabii tabii, çok etkili oluyor! Beyzbolcu olduğum için zombileri öldürmekte herkesten daha iyiyim! Beyzbolu neden bıraktınız? - İyi bir beyzbol oyuncusuydum ama büyük paralar kazanacak kadar iyi değildim. Amerika’da büyüyüp Rusya’da oyunculuk eğitimi almanız bana ilginç geldi, neden Rusya’ya gittiniz? - Oyuncu olmaya çok geç karar verdim. Biraz serseri bir hayat yaşıyordum, o sırada çok iyi bir öğretmenle tanıştım. Bana oyunculuk eğitimi verdi ve beni Moskova’da sınava girmem için yönlendirdi. Bu benim hayatımı değiştirdi, çünkü öncesinde tam bir baş belasıydım. Norman Reedus (Daryl Dixon): Çekim yoksa motosikletim var Daryl karakteri biraz asi değil mi sizce de? - Daryl, çok karışık bir karakter. İnsanlardan uzak büyümüş. Kimseye güvenmiyor. Birinin ona sarılmasına ihtiyacı var ama sarılırsa da “Uzak dur” benden diyecek bir karakter. Bu karakter, dizinin uyarlandığı çizgi romanda yer almıyordu sanırım... - Evet, bu karakteri Frank Darabont benim için oluşturdu. Daryl, diğer insanlar olmadan da kurtulacak biri ama yine de diğerlerine yardım ediyor. Çekim yapmadığınız günlerde neler yapıyorsunuz? - Motosikletim burada, çekim olmadığı günler motosikletimleyim. Daryl karakteri ikinci sezonda değişim gösterecek mi? - Kendisini bulacak. Düşüncelerini açıklamaya ve kendi kararlarını vermeye başlayacak. Robert Kirkman (Senarist): Diziden sonra karımla kavga etmeyi kestik Bu hikâye nasıl ortaya çıktı? - Zombi filmleri izlemeyi severim ama fark ettim ki şimdiye kadar yapılan filmlerin sonu hep aynı. Çoğu karakter ani bir şekilde ölüyor, sağ kalanlara da neler olduğunu göremiyoruz. Ben sağ kalanların nasıl yaşamaya devam ettiklerini göstermek istedim. İlk sezonda yakaladığınız başarı hayatınızı nasıl etkiledi? - Karımla kavga etmeyi kestik. Bir de market alışverişinde masrafları düşünmeyi bıraktım! (Gülüyor) Çizgi roman ve dizi arasında ne gibi farklılıklar var? - Dizide kitapta olmayan birçok karakter var. İkinci sezonda da farklı karakterler eklenecek. Peki hikâye neden Atlanta’da geçiyor? - Dünya şu an büyük bir felaketle karşılaşsa, Amerika’da sekiz büyük şehri korumaya alırlar ve diğer insanları da bu büyük şehirlere yönlendirirler diye düşünüyorum. Atlanta da bunlardan biri olur. Atlanta’nın coğrafi yapısı da hikâyeyle çok uyumlu. Gale Ann Hurd (Yapımcı): Eleştirmenler ve ödüller şaşırttı Yola birlikte çıktığınız Frank Darabont neden projeden ayrıldı? - Bu benim cevaplayacağım bir soru değil... Bir bölüm için kaç gün çalışıyorsunuz? - Sekiz gün. Sizi en çok etkileyen sahne hangisi oldu? - Bisikletli kızın olduğu sahne. Bir de geçen sezonun ilk bölümünde banyoda elinde oyuncak ayısıyla görünen küçük kız beni gerçekten çok etkiledi. Oldukça sert sahnelerdi. Altı bölümlük ilk sezon, birçok ödül aldı. Bunlar beklediğiniz gelişmeler miydi? - Açıkçası bizi şaşırtan iki şey oldu. Bunlardan biri dizinin birçok ülkede sevilmesi, diğeri de eleştirmenler tarafından kabul görmek ve ödüle layık görülmekti. Diziyi neden bu kadar sevdiler sizce? - Karakterlerden dolayı olabilir. İnsanlar zombilerden kurtulan karakterlere karşı empati kurdular ve böyle bir salgın gerçekleşse nasıl başa çıkabileceklerini gördüler. Böyle bir salgın gerçekten olabilir mi? - Umarım olmaz. Greg Nicotero (Makyaj uzmanı): Çıplak zombiler zorladı Zombi makyajı yapmak ne kadar sürüyor? - Biri için 1,5 saat gerekiyor. Şimdiye kadar “The Walking Dead” için kaç zombi makyajı yaptınız? - İlk sezon Atlanta’nın merkezinde geçiyordu, bu yüzden kalabalık bir zombi ekibi hazırladık. Bir günde 150 kişiye zombi makyajı yaptığımız oldu. Daha fazla görünmesini de görsel efektlerle sağladık. Kaç kişilik bir makyaj ekibiniz var? - 10 kişilik bir ekibiz. Şu ana kadar yaptığınız en zor zombi makyajı hangisiydi? - Çıplak zombiler. Çünkü tüm vücutlarına makyaj yapmak gerekiyor. Bu sezondakiler daha korkutucu olacak mı? - Geçen yıl yaptıklarımıza baktık ve nelerin eksik olduğunu gördük. Sanırım bu sezon daha iyi ve korkutucu zombiler yapacağız. Bir de her yeni yaptığımız bir öncekinden daha güzel geliyor. Geçen sezon zombi kılığına girdiniz, nasıl bir deneyimdi? - Evet, ikinci sezon için henüz böyle bir zamanım olmadı, oldukça yoğunum ama çok eğlenceliydi.

26 Eylül 2011 Pazartesi

Siz Rafet El Roman'ın " Macera Dolu Amerika", dediğine bakmayın her eyaleti ya da her şehri değilmiş onu gördük. Misal Atlanta, macerayı bulmanız lazım kendiliğinden gelmez, öyle bir yer. Peachtree diye bir şehri var alabildiğine yeşil, orman. İnsan sessizlikten korkuyor öyle bir yer. Bir göl vardı biraz yürüyeyim etrafında dedim, insan yok etrafta, ses de yok. Hiçbir şey yok ama yeşil, güzel yani. Gerçi macera yok dedim ama Amerika, ilk maceramı havaalanında yaşattı bana. Hem de korku dolu bir macera. Efendim, almışım on yıllık vizemi, gelişim belli gidişim belli niye strese sokuyorsunuz ki adamı. Yok, form doldur onu göster bunu göster, hayır bir form doldurt da ikinci ne oluyor? ikisinde de aynı sorular. Neyse o polis beni ahret sorusuna çekti, zaten zebani gibiydi. Hah! Dedim sıçtın geri yollayacaklar seni. Niye geldin? otel rezervasyon kağıdın – belki sokakta yatıcam ak ne karışıyosun- , n iş yapıyorsun- salak, sanki ülkene yerleşecek olsam Atlanta’ya gelicem- bıdıdı bıdı. Peki, beni o ahret sorularından ne kurtardı dersiniz, bir senelik özlem sonrası kavuştuğum HMT giriş kartı. Gazeteci olduğunu kanıtlayacak bir şey var mı diye sorunca bizim zebani ( he was a black guy) ben de HMT kartımı gösterdim ama Türkçe yazıyor yani neyi anladı bilemedim. Ulan akbil versem inanacak o denli. Neyse hadi orayı geçtik, sonra bavulunu bir kere aldın ya sanma ki sende kalacak, onu bir kere daha ne s.kme alıyorlar anlamış değilim. Sonra güvenlikten geçtim de aman hemen bavuluma kavuşurum yoooooook öyle yağma. Metroya biniyosun ya bildiğin metro, ordan 5 durak git ki bavulunu bul da al. Tabi böyle yazınca kolay geliyor ama benim gibi Anadolu çocuğu nerden bilsin bunları.
Gelelim sonraki günlere… Bavulu aldık, otele geldik. Ha öyle bizim Türkler gibi ah canım hoş geldin falan tabii ki yok, olsun canları sağ olsun. O otelde çalışanlar zaten fazlasıyla hi, hello, welcome diyorlar, kafi. Evet, iki gün PR’cı kızımızla aynı otelde kaldığımı bilmemem hayli ilginçti, yani etrafta yapacak o kadar çok şey yoktu ki, o kadar yoktu, öyle söyleyeyim. Film falan izledim, yürüyüşler falan… Öyle sade… Perşembe günü sağ olsunlar bir Atlanta turu ayarlamışlar, iyi ki ayarlamışlar çünkü aynı otelde kaldığım ve tanışmadığım pek değerli basın mensuplarıyla tanıştım. İki İspanyol, bir Avusturyalı bir de Yunan. Tabii ki Yunanlıyı kimse tanıştırmadı, benim kanım kaynadı da gittim yanına tanıştım, “merhaba sen de gazeteci misin?” Şeklinde oldu. Seviyorum bu Yunanlıları, iyi insanlar, bi de çok benziyoruz lan! Ne bilim aynı şeylere gülmek, aynı şeyleri anlamamak gibi falan. Sonra bir de aramıza İsrailli katıldı tam olduk . Gerçi biz üçlü olarak gayet iyi anlaştık, güldük, eğlendik.
Heh, sanmayın ki muhteşem Atlanta gezimi yazmayacağım. İnanır mısınız limuzin kiralamışlar. Biraz soğukkanlılıkla karşıladım bunu, yani millet fotoğrafını falan çekti ben cool tavrımı korudum – sanırsınız her gün işe limoyla gidiyorum-. Atlanta’ya gittik, 50 dk gittik gitmedik bir parkın önüne saldılar bizi. Hemen yanımızda CNN binası vardı. Gittik tabi ama gruptaki diğerleri pek gönüllü olmadığı için stüdyoları gezmedik, aynı şey coca cola müzesi ve akvaryum için de geçerli. Hoş coca cola müzesine niye girelim ki yani, şişe kapaklarına mı bakıcaz? Tutturduk da bir “shopping mall” diye. Zaten benim tek gayem iphone almak olduğu için he dedim haydi gidelim. Limo’muza atladığımız gipi doğru shopping mall… lenoux square adında. Bildiğin Galleria gibi bir yer. İçinde de gap var zara var yani. Neyse ben iphonumu aldım üstünüze afiyet. Ekmeği bile daha yavaş alırım öyle düşünün o denli hızlı bir alış veriş oldu. Bu alış veriş merkezinde onların deyimiyle acayip “niga” vardı. Üfff hem de tam niga lan escaladelerle gelen, Louis vouitton çantalı, efendime söyleyeyim boxer görünen hatta pantulu götünden düşen tipler… Onları biraz bizim Almancılara benzettim kızlardaki süsü falan. Bi abartı var yani.
Gelelim set ziyaretine, işte en güzeli oydu. Düşünsene yaa bildiğin dünya izliyor diziyi, sen setine gitmişsin. O prison break’de izlediğin Sarah Wayne, karşında sandalyede oturup botunu çıkarak ayaklarını ovalayacak deseler inanır mıydım? Tabii inanmam. Ama aynen öyle oldu. O Terminatör serisini bilmeyen yoktur ya işte onun senaristi ve yapımcısı Gale Ann Hurd’le yemek yemek , ne bilim işte güzel şeyler. O an işini o kadar çok seviyorsun ki için sevgi dolup taşıyor. Oha lan resmen Amerikan dizisi setindeyim diye. Neyse, önce sevgili senaristlerden ve The Walking Dead’in çizgi romanının yaratıcısı Robert Kirckman’la telefonda bir röportaj yaptık, çoluğu çocuğu varmış ondan gelememiş yanımıza. Komik adamdı gerçi iyi güldük telefonda. Sonra yapımcı, Gale’le bir öğlen yemeği yedik, yine röportaj… Gale Ann Hurd, röportajında cümleler sanki hep yarım yarım. Hani Amerikalıların öyle genel bir tavrı var ya ımmm, ahh yea, ok , that’s like… you know… tarzında. Biraz öyle. Sonra Greg Nicortero ile buluştuk. Adam bildiğin Greg Nicotero. Ödüllü falan bir 'special effects creator'. Çok alçak gönüllüydü ama ödülünü falan söyleyince bi anlıyosun tavırlardan  Greg’den sonra sete gittik. Set dediğim ilk önce set ekibinin konuşlandığı alana. Yemek çadırı olsun, makyaj karavanları, oyuncu karavanları her şey burada. Ben diyim size 10 siz diyin 20 tır var. Bir tane de kocaman yemek çadırı, tabii ki Türkiye’dekilerle kıyaslanamayacak derecede mükemmel bir set. Sonrasında gidip, çekimleri izledik, bir sahneyi defalarca çekiyorlar, o konuda aynılar sanırım bizimkilerle. Tabi oradaki, ışıktır, sahne ekipmanıdır vs dir almış başını gidiyor. Bir ışıklar var bizim İnönü’yü aydınlatır. Aynı dekordan iki tane var mesela birisi yarım birisi tam, hani adamlar yapıyor kardeşim! Tadında bir durum. Yeni bölümden bir sahneyi çekiyorlardı onu izledik bu arada Shane rolündeki adamla röportajımızı yaptık. Tam bir beyaz zenci ama çok doğal ve içten. Ben çoğu oyuncuyu samimiyetsiz bulurum, birçoğu sana da oynar zaten ama bunların hiç biri öyle değildi, gerçekten öyle. Sarah, derseniz o da aynı lokum gibi kız, tatlı tatlı cevaplıyorlar sorularını, hiçbir ukalalıkları yok. Aaa, bak ayıp oldu Norman Reedus’u, unuttuk. O da motosikletiyle geldi kafası biraz yağlı gibiydi ama belki wax falan sürmüştür günahını almamak lazım. Bir de setin mekan bulma görevlisi, adı Mike’tı sanırım. İnanın hiç dinlemedim ama ona da sayfada bir kutu yaparım ayıp olmasın diye. İnsanların hakkı dimi o koca çiftliği nasıl bulduklarını öğrenmek. Bir de set fotoğrafçısı abi var. Adana’da yaşamış bir süre, merhaba, güle güle, gırla tabii güzel fotoğraflarımızı çekti hem de zombiyle. Gerçi çok sade bir zombi verdiler bize, bir tane daha vardı ağzı burnu bir yerde Allah esirgesin. Hah bak neyi unuttum. Kameraman kadın! Evet yanlış duymadınız bildidğin kameraman kadın. Hayır arkadaş benim cahilliğim mi, ben mi görmedim 40’ını geçmiş resmen kameramanlık yapan bir kadın gördüm. O da uzun yıllar CNN’de çalışmış, bir süre Cizre’de yaşamış hani Silopi olan belki çoğumuzun haritada bilmediği yer. Bu arada Hürriyet’ten çoğunun haberi var. Garip bir duygu, sen elin Amerikalısı ooo hürriyet the biggest newspaper falan deyince gururlanmamak elde değil herhalde. Anlayacağınız beş günlük Atlanta gezim biraz mükemmeldi.