7 Nisan 2012 Cumartesi

Uzun uzadıya SMASH

Çok uzun zamandır buralara gelemedim, ilgilenemedim. Bu sayfa biraz öksüz kaldı sanırım aslında anlatacak ve yazacak çok şey vardı ama zaman yaratma konusunda sıkıntılar yaşadım. Zira bu sürede aslında iki kez Londra'ya bir kez de Amerika'ya gittim. Çok çok anı ve röportaj biriktirdim. Tabii bu kadar anıyı bir cumartesi mesaiyisinde yazacak zamanım yine maalesef yok. Asıl istediğim yani şimdilik son olarak Londra'da yaptığım Smah röportajının tamamına yer vermek. Toplum olarak okumayı sevmediğimiz yönündeki zırvalıkları geçip zaten etrafımdakilerin bolca okuduğunu ve merak ettiğine inanarak Smash röportajının tam halini buraya koyuyorum zira gazetenin sınırlı sayfalarında hepsine yer vermek mümkün olmuyor.

Smash röportajı için Londra'ya gideceğim martın sopn günlerinde belli oldu. Sağolsun Leo PR'dan Ceylan Özünel, Türkiye'deki işlerini yürüttükleri Unviversal Channel'ın Smash'i yayına sokacağını bu yüzden de Londra'daki röportaja gidip gidemeyeceğimi sordu. Londra'ya ilk kez ocak ayında gitmiştim bildiğiniz meşhur Harry Potter için ve tam anlamıyla hayran kalmıştım. Klişe bir dille anlatmak gerekirse Londra'ya aşık oldum da diyebilirim tabii mümkün. Bir de o yoğun işlerin ve röportajların arasında sıkışmışken her ne sebeple olursa olsun bir yerlere gitmek en güzel kaçış oluyor. İşin özü Ceylan'ın teklifine balıklama atladım. Röportaj 3 Nisan salı günü olacaktı bu yüzden pazartesi Londra'ya gittim, biraz etrafı gezmek ve pek sevgili arkadaşım Serkan'la buluşmak için tüm gün bana kaldı. Ertesi gün röportaj için Soho Hotel'e gittim . Yolumun üzerinde de bir hoşlukla karşılaştım onun fotoğrafını da burada paylaşıyorum.

İşte Hürriyet gerçekten her yerde...



Gerçi bu kez röportajda fotoğraf çekmemize izin yoktu , ne bileyim Jack Davenport'la bir fotoğrafım olsun isterdim. Röportaj diyorum ama daha çok sohbet ortamı vardı Razza Jaffery, Megan Hilty ve daha da önemlisi Jack Davenport oldukça esprili insanlardı. Bugün röportajımın bir kısmı Kelebek'te var. Geri kalanını da sizinle buradan paylaşıyorum...





"Perdenin arkasında neler oluyor?"
Röportaj: Gülbahar KARAKUŞ

Glee ile başlayan müzikal dizi furyası Smash ile devam ediyor. Yapımcıları arasında usta yönetmen Steven Spielberg'in de bulunduğu ve yönetmenliğini Michael Mayer'in üstlendiği bu yeni dizi Glee'yi geride bırakacağa benziyor. Coupling dizisindeki Steve rolüyle gönüllere taht kuran Jack Davenport ve daha birçok ünlü ismin yer aldığı ve efsane sarışın Marilyn Monroe'nun hayatını anlatan bir müzikal hazılığı içindeki bir ekibin perde arkasında neler yaşadığını gösteren Smash, ilk sezon bölümleriyle 16 Nisan'dan itibaren Universal Channel'da da yayınlanacak.  Smash hakkında bu saydıklarımız az da olsa merak uyandırdıysa bir de Londra'da dizinin oyuncularından Jack Davenport, Megan Hilty ve Razza Jaffrey'le yaptığımız röportajı okuyun...

Üçünüz de tiyatro sahnesinde yer aldınız; işleyiş gerçekten Smash'deki gibi mi?
Raza Jaffrey:  Smash, bir drama bu yüzden gerçek hayatta yaşananlardan da öğeler taşımak durumunda. Tam olarak gerçek diyemeyiz tabii mesela ben henüz Derek Wills (Jack Davenport) gibi bir yönetmenle tanışmadım. (Gülüyor)

Yapımcılar arasında Steven Spilberg gibi büyük bir isim yer alıyor, onunla tanıştığınızda neler hissettiniz?
Jack Davenport: Onunla önceden tanışmadık. Dizi başlamladan önce oyuncular olarak bir gün toplandık ve okuma yaptık o gün masada bir hoparlör vardı ve Spilber'le o şekilde konuştuk. Anlayacağın Charlie'nin Melekleri gibiydik. Onun sesini duyduk, sanırım Spilbergia diye bir ülkede yaşıyor. (Gülüyor)
Çalışma sıralamanız nasıl oluyor. Sonuçta bu dizi bir müzikal. İlk olarak şarkıları mı kaydediyorsunuz?
Jack Davenport: Bütün işi kızlar yapıyor.(Megan Hilty'ye dönerek) Tüm bu işlerin yapmak zor mu?
Megan: İlk önce bize müzikleri veriyorlar, onların kayıtlarını yapıyoruz. Bazen üstünde çalışmamız için uzun zamanımız oluyor ama bazen de salı günü şarkıyı bize veriyorlar, ertesi gün kayda giriyoruz, provalarımızı yapıyoruz perşembe günü de çekiyoruz. Çok kısa bir zamanda da yapmamız gerekebiliyor. Yani program her seferinde değişiyor zaten bu durum da projeyi daha heyecanlı kılıyor.
Jack: Megan ve Katharine (McPhee) eğer çekimde değillerse bilin ki provadalar,provada değillerse de mutlaka şarkıların kayıtları için stüdyodalardır. Çok çalışıyorlar.
Karakterlerinizin en çok hangi özelliklerini sevdiniz?
Jack: Derek'de benim en çok sevdiğim şey başkalarının söylediklerine aldırış etmemesi. Çünkü ben gerçek hayatta öyle değilim, insanlar kötü bir şey söylediklerine çaresiz hissederim. (Gülyor)
Megan: Benim Ivy'de en çok sevdiğim şey önceden ne yapacağının belli olmaması, sağı solu belli değil. Bazen çok hata yapıyor ama hata yapmadığını düşünüyor. Bence  bu durum onu gerçek kılıyor. İnsanların kendilerinden birşeyler de bulabileceği bir karkter.
Razza: Dev, Broadway'in dışında bir karakter ama Broadway hakkında da bir fikri var. Sahneye çıkan sevgilsini evde bekleyen ve onu heveslendiren, motive eden aynı zamanda da o dünyanın dışında bir hayat vermek isteyen bir karakteri oluşturmak zor ama oynaması eğlenceli.


Megan, animasyon filmlerde de seslendirme yapıyorsunuz. Seslendirme yapmanın sizin için ne gibi artıları var?
Megan: Bir süre önce kariyerim üzerinde düşünüyordum. Saygı duyduğum insanlara baktığımda birçok işte yer aldıklarını gördüm. Ben de yapabildiğim kadar çok iş yapmaya karar verdim. Animasyon ve çizgi filmlerde seslendirme yapmak oyunculuğuma da ilham veriyor. Dorothy Oz, bu sonbaharda vizyoa girecek. Gerçekten çok iyi isimler var. Lea Michele, kelsey Grammer...İki yıl önce bu pojeye dahil olduğumda tek tanınmayan isim bendim dedim. (Gülüyor) O isimlerle birlikte çalışmak çok güzel tabii onlarla hala tanışamadım. (Gülüyor)


Sizce farklı ülkelerde yaşayan  insanlar hikayeyle nasıl bir bağ kuracak?
Jack: Broadway, bence Hollywood gibi uluslararası. Senaristlerimiz de hikayenin çok içe kapalı kalmaması için uğraşıyorlar. Herkes güzel birşarkıyı anlar, kim ve nereden olduğunun önemi yoktur.Müzikallerin de uluslararsı dilleri var bence.


Ivy karakteri Marilyn Monroe rolü için elinden geleni ardına koymuyor. Monroe'yu da oldukça sevdiğini görüyoruz. Siz Marilyn Monroe'yu sever misiniz?
Megan: Ben her sarışın kadının Marilyn'i sevmesinin bir klişe olduğunu düşünerek büyüdüm. Kim olduğunu anlamadığım için de uzunca bir süre onu sevmemek için direndim diyebilirim. Daha sonra Arthur Miller'in yazdığı biyografisini okudum ve büyülendim.


Jack: Tartışmasız bir gerçek var ki büyük ihtimalle 20'inci yüzyılın en meşhur kadını Marilyn Monroe. Show dünyasının bir kadına yapabileceği en iyi ve en kötü şeyi gösteriyor. Bir keresinde 1960'larda Life dergisine verdiği son röportajını okumuştum ve gerçekten insanın yüreği parçalanıyor.Ayrıca gerçekten ne kadar zeki olduğunu görüyorsunuz.


Megan ve Raza, ikiniz de gerçek müzikallerde sahne aldınız. Sahnede olmak ve ekran içinde bir sahnede olmanın ne gibi farkları var?
Megan: İkisi çok farklı şeyler. Eski işimde her gün aynı şeyi oynayıp onu farklılaştırmaya yenileştirmeye çalıştım. Ama yeni işimde yani Smash'de her gün tamamen farklı şeyler yapıyorum bu çok ilginç.


Peki kamera önünde olmayı  mı yoksa sahnede olmayı mı seviyorsunuz?
Megan: İkisini de çok farklı nedenlerden dolayı seviyorum. Bu yüzden ikisini bir işte birleştirebildiğim içi çok mutluyum.
Katharine McPhee'nin karakteri Karen ve Ivy'nin arası pek iyi değil. Siz sette anlaşabiliyor musunuz?
Megan: Hem de çok iyi anlaşıyoruz. Sette çok iyi zaman geçiriyoruz. Benim şarkı uydurup söylemek gibi bir huyum var  ama sözler de söyleme tarzımı da iğrenç oluyor, Katherine de eşilk ediyor ve etrafımızdakiler bizden nefret ediyor.
Jack: Birbirlerinden nefret ediyorlar. (Gülüyor)


Smash'de bir Boadway oyununa hazırlanan bir ekibin neler yaşadığını görüyoruz, hırs ve çekişme de ilk sıralarda. Gerçekten böyle mi yürüyor işler? Oyuncu olmak isteyenlere önerileriniz neler?
Megan: Bu işi yapmak isteyen gençlerle karşılaşında onlara neden oyuncu olmak istedikleri üzerinde uzunca düşünmelerini öneriyorum. Bence oyunculuk en zor mesleklerden birisi, zaten diziyi izleyenler de görecektir, gerçekten bu işin en zor yanlarını da gösteriyoruz.


Jack: 10- 15 yaşındaki çocuklara büyünce ne olmak istiyorsun? diye sorduğunuzda sadece "ünlü olmak" diyolar. Ne yapacakları değil de ünlü olmak onlar için daha önemli hale geldi. Benimse tavsiyem "iş bulun, ne olduğu önemli değil iş bulun". Bu işi gerçekten yapmak istiyorlarsa ve yapabiliyorlarsa eğer onlara bir şans verilirse bunu değerlendirsinler. Bazıları ben bunun üzerine biraz daha okumak istiyorum, eğitim almak istiyoru diyor ama ben 40'lı yaşlarına gelmiş ve 25 yıldır oyunculuk eğitimi alıp da hiç bir yerde rol almamış insanlar görüyorum. Önemli olan gerçekten bu işi isteyip istemedikleri.


Oyuncu olmanın en çok neyini seviyorsunuz?
Razza: Yeni insanlarla tanışmak , dünyanın farklı yererinde çalışıp yeni yerler görmek bu işin bir parçası ve ben gerçekten çok seviyorum.
Megan: Razza'nın tüm söylediklerine katılıyorum. Ben küçüklüğümden beri tiyatronun içindeyim ve sahnede gördüklerimnden çok derinden etkilenmiştim. "Jacqueline Hyde" müzikalini izlediğimde ben de bu işin bir parçası olmak istedim. Daha önce düşünmediğim şeyleri düşünmemi sağladı. Yaşım büyüdükçe de bu duyguya daha çok kapıldım. Çünkü insanların fikrini değiştiren bir işin parçası oluyorsunuz. Her oyuna (tiyatro)gelen insanlar arasından sadece birisi bile farklı bir düşünceyle çıkacağını bilmek gerçekten heyecan verici.
"Albümde kendim olacağım"
Megan, bir albüm çıkartmaya hazırlandığını okudum. Bu doğru mu?
Megan: Evet, bu kez insanlara farklı bir şekilde ulaşacağım. Çok küçük yaşlardan itibaren şarkıcı olmayı çok istedim. Bu proje beni gerçekten çok heyeanlandırıyor çünkü bir karaktere bürünmeden sadece kendim olacağım.


Ne tarz şarkılar olacak albümünde?
Megan: Bilmiyorum. Birkaç hafta içinde albüm üzerinde çalışmaya başladığımızda göreceğiz.
Jack, karakterin Derek oldukça sert ve ters. Onun daha yumuşak yönlerini de görecek miyiz?
Jack: Evet, elbette göreceksiniz. Bu adam yaratıcı olması gereken bir işin içinde. Bazen insanlar üzerinde baskı yapabiliyor örneğin Megan'ın karakteri Ivy'ye bunu yapıyor çünkü biliyor ki Ivy daha iyisini yapabilir. Düşünsenize elinizde bir senaryo var ve o işi en iyi şekilde çıkartması gerekiyor gerçekten o durumda diğerlerinin hisleri için endişelenmeniz söz konusu değil. Tabii biraz daha kibar olabilir. Ama Derek, meslek tanımını tam olarak anlamış birisi ve bunun için çabalıyor.


Razza, senin karakterin Dev'in o gazeteci kızla bir ilişkisi olur mu sence Karen'ı (Katharine McPhee) aldatır mı?
Razza: İzlemeye devam etmeniz lazım belki de daha başka sürprizler de olur dünyada birçok kadın var.
Megan: Senaryoyu okuduğumda her zaman aklımın ucundan geçmeyen şeylerle karşılaşıyorum. İlginç şeyler olmaya devam edecektir.


Türkiye'de bazı oyuncular tiyatro ve televizyon işlerini duygu olarak ayırdıklarını, televizyondaki projeleri daha çok maddi sebeplerle kabul ettiklerini söylüyor. Amerika'da ya da İngiltere'de durumlar nasıl?
Jack: Radyoda ücret olarak bir bardak çay ve bisküvit veriyorlar ama radyo programı da yaptım. Tiyatroda haftalarca ya da aylarca prova yapmanız lazım televizyonda ise işler daha hızlı ilerliyor.  Bence daha iyi bir oyuncu olmanın en iyi yeri de tiyatro. Ücret çekiniz sadece bir madde. Ama oyuncuların farklı işlerde olması bizler için gerekli. Patrick Stewart, çok uzun yıllar Star Treck'teydi ve o iş bittiğinde ilk yaptığı şey Shakespeare oyunları oynamaktı. Bu onun faturalarını ödemesine yetti. Ama iki alan farklı yani birisini para için diğerini duygusal nedenlerle olması söz konusu değlil ikisi de eşit derecede değerli.
Razza: Önemli olan çalışmaya devam etmek hangi iş olursa olsun sizin aklınıza yatıyorsa oynamak gerekir.


Son olarak Londra'ya en kısa zamanda tekrar gitmek umuduyla totem yapıyorum



London Palace Theatre

Hadi bu da benden olsun...

http://www.youtube.com/watch?v=W4u8cwyvfOI

23 Kasım 2011 Çarşamba


Babam tarzımı yenilikçi buluyor















Röportaj: Gülbahar KARAKUŞ


Dünyaca ünlü müzisyen Sting'in kızı Coco Sumner, geçtiğimiz hafta Forum Ankara Moda Sokağı'nın açılışına katılmak üzere Türkiye'ye geldi. Başkentteki konser öncesi İstanbul'da buluştuğumuz Sumner, muziğini ve babasıyla ilişkisini sadece Kelebek'e anlattı.


  Türkiye'ye gelmeye nasıl karar verdiniz? 

 - Ankara'daki açılışta konser vermemiz için davet ettiler. O sırada yeni albümüm üzerinde çalışıyordum gerçi, ama bir süre düşündükten sonra gelmeye karar verdim.

  Neydi size o kararı verdiren? 

 - Daha önce hiç Türkiye'de bulunmamıştım. Teklif o yüzden çok çekici geldi.

 İstanbul'u gezmek için yeterince zamanınız oldu mu?

 - Olmadı maalesef ama kaldığım otelin penceresinden hem Asya hem de Avrupa'yı görebiliyorum. Sanki bir kıtadan diğerine yüzebilirmişsin gibi görünüyor. Sting'in kızısınız. Herhalde müzikle ilgilenme konusunu uzun uzun düşünmenize gerek kalmamıştır... - Müzik benim için bir rahatlama tarzı. Aynı zamanda her ikimiz için de kendimizi ifade etmenin bir yolu.


ALBÜMÜMÜ TEK BAŞIMA YAPTIM 



  İlk albümünüz "The Constant" geçen yıl çıktı. Onu hazırlarken arkanızda bir baba desteği var mıydı?

 - Bir iş yapmaya kalkıştıysanız, buna aileyi karıştırmanın alemi yok! Yapacaksanız kendiniz yapmalısınız. Tıpkı benim yaptığım gibi...
 
  Grubunuzun adı neden I Blame Coco?

 - "I Blame Coco" ilk yazdığım şarkılardan... İngiltere'de bir barda program yapıyorduk ama grubumuzun hâlâ bir ismi yoktu. Acilen isim bulmamız gerekiyordu. Biz de gruba işte o dönemlerde yazdığım şarkının ismini verdik.

  Bu arada; gerçek adınız Eliot... Coco ailenizin size taktığı bir lakap mı?

- Sayılır... Annem bana küçüklüğümden beri Coco diyor.

  İkinci albümünüz de ilki gibi punk rock türünde mi olacak?

 - O tarafa doğru bir gidişat var. Punk müzikten her zaman ilham aldım ama benim yaptığım hiçbir zaman tamamen punk müzik olmadı. İkinci albüm daha direkt ve daha tutkulu bir albüm olacak. Sulandırılmış olmayacak.

  Ne zaman çıkacak?

 - Hâlâ üzerinde çalışıyorum ama çok da uzak değil. Çalışırken keyifli mi olursunuz, gergin mi? - Bu benim için çok keyifli bir deneyim. Albüm üzerinde çalışmanın tedavi edici bir özelliği var sanki...
  BABAMLA ORTAK PROJEMİZ OLABİLİR




Sting'in çizgisinde mi ilerliyorsunuz, yoksa kendi bildiğiniz yolda mısınız? Babanız size tavsiyeler veriyor mu?

 - Babamın müzikleriyle büyüdüm. Kendim müzik yapmaya karar verdiğimde de ondan aldığım birtakım miraslar elbette vardı. Ama ilerlemek istediğim çizgi babamınki değil. Bizim müziklerimiz ve müzik yapma tarzlarımız birbirinden çok farklı. Yine de görüşlerinden faydalanıyorum.

  Babanız geldiğiniz noktadan memnun mu, tarzınızı beğeniyor mu?

 - Müzik benim için hayat demek ve önümde daha çok uzun bir yol var. Kendimi ve müziğimi istediğim noktaya getirmek için çok çalışıyorum. Babam da bana inanıyor ve bu yolda beni destekliyor. Tarzımı yenilikçi buluyor.

  Babanızla düet yapmak ya da onun bir şarkısını seslendirmek istemiyor musunuz?

 - Bir gün neden olmasın? Müzik evrensel olduğu ve herkesi birleştirebildiği zaman güzel. Önümüzdeki günlerde birlikte imza atabileceğimiz çeşitli ortak projelerimiz olabilir.

  Sting, nasıl bir baba? 

- Küçükken babamın stadyum konserlerinde backstage’de gezinir, müzisyenlerin hazırlanmalarını izlerdim. Müziğe ilgim olduğunu 4 yaşında anlamıştım. Ama bunu kimseyle paylaşmıyordum. İlk şarkımı 14 yaşımda yaptım mesela, ama kimseye söylemedim. Müzik ve ben yalnızdık, ta ki babam bana bana ilk gitarımı alana kadar. Bana aldığı gitar sayesinde 9 yaşımda en sevdiğim Sex Pistols şarkılarını çalabiliyordum. Müziğimi paylaşabilmeye aracı olduğu için babama borçluyum.

  Babanızla turneye çıkacağınız söyleniyor. Böyle bir planınız var mı?

- Mayısta yeni albümüm çıkıyor. Babamın da aynı döneme denk gelebilecek bir dünya turnesi projesi olabilir. Bu iki çalışmayı birleştirip onunla aynı sahneyi paylaşmak güzel olabilir.







KÖPEK BALIKLARINA TAKINTIM VAR

  Bu arada klavye takıntınız olduğu doğru mu?

- Bu daha önce de soruldu ama nereden çıktı gerçekten bilmiyorum. Sadece iki tane klavyem var. Eğer bir koleksiyonum olsa iyi olurdu ama klavyedense gitar koleksiyonum olmasını tercih ederim.

  Başka konularda takıntılarınız var mı?

- Çok takıntılı bir insanım. Bir konuyu kafama taktığımda onunla ilgili her şeyi bilmek isterim. Mesela köpek balıklarına takıntım var. Onlar hakkında her şeyi öğrenmeye çalışıyorum.


Korkmuyor musunuz? 

- Hayır, hiç korkmuyorum onlardan. Hatta keşke bir tanesiyle tanışabilsem diyorum!

14 Ekim 2011 Cuma

The Walking DEAD Atlanta'yı daha önce anlatmıştım zaten, işte bunlar da setten... Röportaj: Gülbahar KARAKUŞ Zombilerden kaçan bir grup insanın öyküsünü anlatan Amerikan dizisi “The Walking Dead”, yayınlandığı tüm ülkelerde izlenme rekorları kırıyor. Dizinin ikinci sezonu, Türkiye’de 23 Ekim’de FX kanalında ekrana gelmeye başlayacak. Tutkunları için “The Walking Dead”in Atlanta’daki setine konuk olduk, ekibe ikinci sezonun detaylarını sorduk.
Sarah Wayne Callies (Lori Grimes): Rolüme hazırlanırken mültecilerle konuştum Dizi ekibine nasıl dâhil oldunuz? - Tabii ki projenin yaratıcısı Frank Darabont sayesinde. Onun gibi biriyle çalışmak bulunmaz bir deneyim. Bir de senaryo daha önce gördüklerimden çok farklıydı. Zombiler hakkında hiçbir şey bilmiyordum ama bu dizinin eşsiz bir senaryoya sahip olduğunu anlamama engel değildi... İ kinci sezonda Lori karakterinde bir değişiklik olacak mı? - Evet, Lori ikinci sezonda çok değişiyor. Aslına bakarsan bu dizide bütün karakterler çok çabuk değişiyor. Şöyle söyleyeyim; ilk sezonda Lori, bir zombi öldürme fırsatını yakalayamamıştı. Bu sezon bu şansı bulacak, sorulara farklı cevaplar vermeye başlayacak. Lori’nin yükü artıyor diyebilirim. Sizi az önce çekimlerde izledim, bir sahne için defalarca tekrar yaptınız. Sıkıcı değil mi bu? - Bu bizim işimizin bir parçası ve ben her seferinde daha iyisini yapmak için bir yol buluyorum. Projenin başında, rolünüz için nasıl bir hazırlık yaptınız? - Senaristlerimizin bazılarına ilham veren Cormac McCarthy’nin “The Road”unu okudum. Bir de Amerika’daki mültecilerle konuştum. O insanların bir hükümeti, güvenliklerini sağlayacak birileri yok. Kendi su ve yemeklerini bulmak zorundalar. Hikâyedeki karakterlere çok yakın geldikleri için onlarla konuştum. Lori, ilk sezonda zombilerden kaçarken evden bir fotoğraf albümü almıştı. Siz olsanız yanınıza ne alırdınız? - Muhtemelen fotoğraf albümünü bırakır, yanıma kibrit ve bıçak alırdım. Jon Bernthal (Shane Walsh): Oyuncu olmadan önce tam bir baş belasıydım “ The Walking Dead”de yakaladığınız başarıyla hayatınız değişti mi? - Evet, ilk sezonda evlendim ve eşim hamile kaldı. Bu hayatımı her şeyden çok değiştirdi. Rol arkadaşlarımla da aile gibi olduk. Bu dizide yer almak gerçekten çok güzel. Frank Darabont’un işi bırakması hakkında ne düşünüyorsunuz? - Frank işi bırakmadı. Sadece artık burada olmayacak. O bütün oyuncuları belirledi, yönetmenleri ve yazarları bir araya getirdi. Bu iş onun vizyonunda gelişti. Şimdi de biz işin devamını getiriyoruz. Ama onun burada özlendiğini söyleyebilirim. Shane karakterinin, Rick’in eşi Lori’yle önceki bölümlerdeki ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? - Ben Shane’in kötü bir karakter olduğunu düşünmüyorum. Dizideki tüm karakterler, her şeyin en doğrusunu yapmaya çalışıyor. Shane, orada Lori ve oğlunun hayatının kendi elinde olduğunu biliyordu. Yani asıl amacı o ikisinin hayatını kurtarmaktı. Shane’e sorarsanız, evet Lori’yle olanları tekrar yaşamak isterdi ama o Rick’in gerçekten öldüğünü düşündüğü için böyle bir şey yaptı. Daha önce beyzbol oynuyormuşsunuz, bunun zombiler üzerinde etkisi oluyor mu? - (Gülüyor) Tabii tabii, çok etkili oluyor! Beyzbolcu olduğum için zombileri öldürmekte herkesten daha iyiyim! Beyzbolu neden bıraktınız? - İyi bir beyzbol oyuncusuydum ama büyük paralar kazanacak kadar iyi değildim. Amerika’da büyüyüp Rusya’da oyunculuk eğitimi almanız bana ilginç geldi, neden Rusya’ya gittiniz? - Oyuncu olmaya çok geç karar verdim. Biraz serseri bir hayat yaşıyordum, o sırada çok iyi bir öğretmenle tanıştım. Bana oyunculuk eğitimi verdi ve beni Moskova’da sınava girmem için yönlendirdi. Bu benim hayatımı değiştirdi, çünkü öncesinde tam bir baş belasıydım. Norman Reedus (Daryl Dixon): Çekim yoksa motosikletim var Daryl karakteri biraz asi değil mi sizce de? - Daryl, çok karışık bir karakter. İnsanlardan uzak büyümüş. Kimseye güvenmiyor. Birinin ona sarılmasına ihtiyacı var ama sarılırsa da “Uzak dur” benden diyecek bir karakter. Bu karakter, dizinin uyarlandığı çizgi romanda yer almıyordu sanırım... - Evet, bu karakteri Frank Darabont benim için oluşturdu. Daryl, diğer insanlar olmadan da kurtulacak biri ama yine de diğerlerine yardım ediyor. Çekim yapmadığınız günlerde neler yapıyorsunuz? - Motosikletim burada, çekim olmadığı günler motosikletimleyim. Daryl karakteri ikinci sezonda değişim gösterecek mi? - Kendisini bulacak. Düşüncelerini açıklamaya ve kendi kararlarını vermeye başlayacak. Robert Kirkman (Senarist): Diziden sonra karımla kavga etmeyi kestik Bu hikâye nasıl ortaya çıktı? - Zombi filmleri izlemeyi severim ama fark ettim ki şimdiye kadar yapılan filmlerin sonu hep aynı. Çoğu karakter ani bir şekilde ölüyor, sağ kalanlara da neler olduğunu göremiyoruz. Ben sağ kalanların nasıl yaşamaya devam ettiklerini göstermek istedim. İlk sezonda yakaladığınız başarı hayatınızı nasıl etkiledi? - Karımla kavga etmeyi kestik. Bir de market alışverişinde masrafları düşünmeyi bıraktım! (Gülüyor) Çizgi roman ve dizi arasında ne gibi farklılıklar var? - Dizide kitapta olmayan birçok karakter var. İkinci sezonda da farklı karakterler eklenecek. Peki hikâye neden Atlanta’da geçiyor? - Dünya şu an büyük bir felaketle karşılaşsa, Amerika’da sekiz büyük şehri korumaya alırlar ve diğer insanları da bu büyük şehirlere yönlendirirler diye düşünüyorum. Atlanta da bunlardan biri olur. Atlanta’nın coğrafi yapısı da hikâyeyle çok uyumlu. Gale Ann Hurd (Yapımcı): Eleştirmenler ve ödüller şaşırttı Yola birlikte çıktığınız Frank Darabont neden projeden ayrıldı? - Bu benim cevaplayacağım bir soru değil... Bir bölüm için kaç gün çalışıyorsunuz? - Sekiz gün. Sizi en çok etkileyen sahne hangisi oldu? - Bisikletli kızın olduğu sahne. Bir de geçen sezonun ilk bölümünde banyoda elinde oyuncak ayısıyla görünen küçük kız beni gerçekten çok etkiledi. Oldukça sert sahnelerdi. Altı bölümlük ilk sezon, birçok ödül aldı. Bunlar beklediğiniz gelişmeler miydi? - Açıkçası bizi şaşırtan iki şey oldu. Bunlardan biri dizinin birçok ülkede sevilmesi, diğeri de eleştirmenler tarafından kabul görmek ve ödüle layık görülmekti. Diziyi neden bu kadar sevdiler sizce? - Karakterlerden dolayı olabilir. İnsanlar zombilerden kurtulan karakterlere karşı empati kurdular ve böyle bir salgın gerçekleşse nasıl başa çıkabileceklerini gördüler. Böyle bir salgın gerçekten olabilir mi? - Umarım olmaz. Greg Nicotero (Makyaj uzmanı): Çıplak zombiler zorladı Zombi makyajı yapmak ne kadar sürüyor? - Biri için 1,5 saat gerekiyor. Şimdiye kadar “The Walking Dead” için kaç zombi makyajı yaptınız? - İlk sezon Atlanta’nın merkezinde geçiyordu, bu yüzden kalabalık bir zombi ekibi hazırladık. Bir günde 150 kişiye zombi makyajı yaptığımız oldu. Daha fazla görünmesini de görsel efektlerle sağladık. Kaç kişilik bir makyaj ekibiniz var? - 10 kişilik bir ekibiz. Şu ana kadar yaptığınız en zor zombi makyajı hangisiydi? - Çıplak zombiler. Çünkü tüm vücutlarına makyaj yapmak gerekiyor. Bu sezondakiler daha korkutucu olacak mı? - Geçen yıl yaptıklarımıza baktık ve nelerin eksik olduğunu gördük. Sanırım bu sezon daha iyi ve korkutucu zombiler yapacağız. Bir de her yeni yaptığımız bir öncekinden daha güzel geliyor. Geçen sezon zombi kılığına girdiniz, nasıl bir deneyimdi? - Evet, ikinci sezon için henüz böyle bir zamanım olmadı, oldukça yoğunum ama çok eğlenceliydi.

26 Eylül 2011 Pazartesi

Siz Rafet El Roman'ın " Macera Dolu Amerika", dediğine bakmayın her eyaleti ya da her şehri değilmiş onu gördük. Misal Atlanta, macerayı bulmanız lazım kendiliğinden gelmez, öyle bir yer. Peachtree diye bir şehri var alabildiğine yeşil, orman. İnsan sessizlikten korkuyor öyle bir yer. Bir göl vardı biraz yürüyeyim etrafında dedim, insan yok etrafta, ses de yok. Hiçbir şey yok ama yeşil, güzel yani. Gerçi macera yok dedim ama Amerika, ilk maceramı havaalanında yaşattı bana. Hem de korku dolu bir macera. Efendim, almışım on yıllık vizemi, gelişim belli gidişim belli niye strese sokuyorsunuz ki adamı. Yok, form doldur onu göster bunu göster, hayır bir form doldurt da ikinci ne oluyor? ikisinde de aynı sorular. Neyse o polis beni ahret sorusuna çekti, zaten zebani gibiydi. Hah! Dedim sıçtın geri yollayacaklar seni. Niye geldin? otel rezervasyon kağıdın – belki sokakta yatıcam ak ne karışıyosun- , n iş yapıyorsun- salak, sanki ülkene yerleşecek olsam Atlanta’ya gelicem- bıdıdı bıdı. Peki, beni o ahret sorularından ne kurtardı dersiniz, bir senelik özlem sonrası kavuştuğum HMT giriş kartı. Gazeteci olduğunu kanıtlayacak bir şey var mı diye sorunca bizim zebani ( he was a black guy) ben de HMT kartımı gösterdim ama Türkçe yazıyor yani neyi anladı bilemedim. Ulan akbil versem inanacak o denli. Neyse hadi orayı geçtik, sonra bavulunu bir kere aldın ya sanma ki sende kalacak, onu bir kere daha ne s.kme alıyorlar anlamış değilim. Sonra güvenlikten geçtim de aman hemen bavuluma kavuşurum yoooooook öyle yağma. Metroya biniyosun ya bildiğin metro, ordan 5 durak git ki bavulunu bul da al. Tabi böyle yazınca kolay geliyor ama benim gibi Anadolu çocuğu nerden bilsin bunları.
Gelelim sonraki günlere… Bavulu aldık, otele geldik. Ha öyle bizim Türkler gibi ah canım hoş geldin falan tabii ki yok, olsun canları sağ olsun. O otelde çalışanlar zaten fazlasıyla hi, hello, welcome diyorlar, kafi. Evet, iki gün PR’cı kızımızla aynı otelde kaldığımı bilmemem hayli ilginçti, yani etrafta yapacak o kadar çok şey yoktu ki, o kadar yoktu, öyle söyleyeyim. Film falan izledim, yürüyüşler falan… Öyle sade… Perşembe günü sağ olsunlar bir Atlanta turu ayarlamışlar, iyi ki ayarlamışlar çünkü aynı otelde kaldığım ve tanışmadığım pek değerli basın mensuplarıyla tanıştım. İki İspanyol, bir Avusturyalı bir de Yunan. Tabii ki Yunanlıyı kimse tanıştırmadı, benim kanım kaynadı da gittim yanına tanıştım, “merhaba sen de gazeteci misin?” Şeklinde oldu. Seviyorum bu Yunanlıları, iyi insanlar, bi de çok benziyoruz lan! Ne bilim aynı şeylere gülmek, aynı şeyleri anlamamak gibi falan. Sonra bir de aramıza İsrailli katıldı tam olduk . Gerçi biz üçlü olarak gayet iyi anlaştık, güldük, eğlendik.
Heh, sanmayın ki muhteşem Atlanta gezimi yazmayacağım. İnanır mısınız limuzin kiralamışlar. Biraz soğukkanlılıkla karşıladım bunu, yani millet fotoğrafını falan çekti ben cool tavrımı korudum – sanırsınız her gün işe limoyla gidiyorum-. Atlanta’ya gittik, 50 dk gittik gitmedik bir parkın önüne saldılar bizi. Hemen yanımızda CNN binası vardı. Gittik tabi ama gruptaki diğerleri pek gönüllü olmadığı için stüdyoları gezmedik, aynı şey coca cola müzesi ve akvaryum için de geçerli. Hoş coca cola müzesine niye girelim ki yani, şişe kapaklarına mı bakıcaz? Tutturduk da bir “shopping mall” diye. Zaten benim tek gayem iphone almak olduğu için he dedim haydi gidelim. Limo’muza atladığımız gipi doğru shopping mall… lenoux square adında. Bildiğin Galleria gibi bir yer. İçinde de gap var zara var yani. Neyse ben iphonumu aldım üstünüze afiyet. Ekmeği bile daha yavaş alırım öyle düşünün o denli hızlı bir alış veriş oldu. Bu alış veriş merkezinde onların deyimiyle acayip “niga” vardı. Üfff hem de tam niga lan escaladelerle gelen, Louis vouitton çantalı, efendime söyleyeyim boxer görünen hatta pantulu götünden düşen tipler… Onları biraz bizim Almancılara benzettim kızlardaki süsü falan. Bi abartı var yani.
Gelelim set ziyaretine, işte en güzeli oydu. Düşünsene yaa bildiğin dünya izliyor diziyi, sen setine gitmişsin. O prison break’de izlediğin Sarah Wayne, karşında sandalyede oturup botunu çıkarak ayaklarını ovalayacak deseler inanır mıydım? Tabii inanmam. Ama aynen öyle oldu. O Terminatör serisini bilmeyen yoktur ya işte onun senaristi ve yapımcısı Gale Ann Hurd’le yemek yemek , ne bilim işte güzel şeyler. O an işini o kadar çok seviyorsun ki için sevgi dolup taşıyor. Oha lan resmen Amerikan dizisi setindeyim diye. Neyse, önce sevgili senaristlerden ve The Walking Dead’in çizgi romanının yaratıcısı Robert Kirckman’la telefonda bir röportaj yaptık, çoluğu çocuğu varmış ondan gelememiş yanımıza. Komik adamdı gerçi iyi güldük telefonda. Sonra yapımcı, Gale’le bir öğlen yemeği yedik, yine röportaj… Gale Ann Hurd, röportajında cümleler sanki hep yarım yarım. Hani Amerikalıların öyle genel bir tavrı var ya ımmm, ahh yea, ok , that’s like… you know… tarzında. Biraz öyle. Sonra Greg Nicortero ile buluştuk. Adam bildiğin Greg Nicotero. Ödüllü falan bir 'special effects creator'. Çok alçak gönüllüydü ama ödülünü falan söyleyince bi anlıyosun tavırlardan  Greg’den sonra sete gittik. Set dediğim ilk önce set ekibinin konuşlandığı alana. Yemek çadırı olsun, makyaj karavanları, oyuncu karavanları her şey burada. Ben diyim size 10 siz diyin 20 tır var. Bir tane de kocaman yemek çadırı, tabii ki Türkiye’dekilerle kıyaslanamayacak derecede mükemmel bir set. Sonrasında gidip, çekimleri izledik, bir sahneyi defalarca çekiyorlar, o konuda aynılar sanırım bizimkilerle. Tabi oradaki, ışıktır, sahne ekipmanıdır vs dir almış başını gidiyor. Bir ışıklar var bizim İnönü’yü aydınlatır. Aynı dekordan iki tane var mesela birisi yarım birisi tam, hani adamlar yapıyor kardeşim! Tadında bir durum. Yeni bölümden bir sahneyi çekiyorlardı onu izledik bu arada Shane rolündeki adamla röportajımızı yaptık. Tam bir beyaz zenci ama çok doğal ve içten. Ben çoğu oyuncuyu samimiyetsiz bulurum, birçoğu sana da oynar zaten ama bunların hiç biri öyle değildi, gerçekten öyle. Sarah, derseniz o da aynı lokum gibi kız, tatlı tatlı cevaplıyorlar sorularını, hiçbir ukalalıkları yok. Aaa, bak ayıp oldu Norman Reedus’u, unuttuk. O da motosikletiyle geldi kafası biraz yağlı gibiydi ama belki wax falan sürmüştür günahını almamak lazım. Bir de setin mekan bulma görevlisi, adı Mike’tı sanırım. İnanın hiç dinlemedim ama ona da sayfada bir kutu yaparım ayıp olmasın diye. İnsanların hakkı dimi o koca çiftliği nasıl bulduklarını öğrenmek. Bir de set fotoğrafçısı abi var. Adana’da yaşamış bir süre, merhaba, güle güle, gırla tabii güzel fotoğraflarımızı çekti hem de zombiyle. Gerçi çok sade bir zombi verdiler bize, bir tane daha vardı ağzı burnu bir yerde Allah esirgesin. Hah bak neyi unuttum. Kameraman kadın! Evet yanlış duymadınız bildidğin kameraman kadın. Hayır arkadaş benim cahilliğim mi, ben mi görmedim 40’ını geçmiş resmen kameramanlık yapan bir kadın gördüm. O da uzun yıllar CNN’de çalışmış, bir süre Cizre’de yaşamış hani Silopi olan belki çoğumuzun haritada bilmediği yer. Bu arada Hürriyet’ten çoğunun haberi var. Garip bir duygu, sen elin Amerikalısı ooo hürriyet the biggest newspaper falan deyince gururlanmamak elde değil herhalde. Anlayacağınız beş günlük Atlanta gezim biraz mükemmeldi.

3 Aralık 2010 Cuma

paşa gönlüm dert edinir kendine yoktan yere

Şimdi açıkçası ben bu blogu açtığımda aman efendim takipçilerim olsun, yok efendim blog okunsun gibi bi derdim olmadı. Şimdi var mı? ha şimdi de yok. E dedim madem kimse okumuyo bende yazarım la dilediğim gibi. Vallahi de yazarım, billahi de yazarım. Şimdi efendim ben bu Hollywood haberlerini falan mecburen takip ediyorum, yok Miley Cyrus kimin kucağında, yok Britney Spears paparazzilere dellenmiş yine, yok efendim kimin tek taşı kiminkinden büyük gibi... Çoğu magazin ekinin de bu tarz işlerini yapan çalışanları var zaten, burda bi problemim yok. Benim problemim şu ki çok affedersiniz mal gibi hiç gitmediğiniz, görmediğin yerlerdeki adamların ilişkileri hakkında asparagas yapıyosunuz ya o. (bu mu derdin derseniz, evet bu. n'oldu beğenemediniz mi?) Yok Jennifer Garner'la kocasının arası soğukmuş... bak sen, la nerden biliyon? evine mi girdin? affedersin yastıkları yorganları sen miydin? yani... Öyle bu gecelik öncelikli derdim buydu.

ED HARCOURT


Kadife sesli İngiliz beyefendisi
İngilizlerden iyi müzisyenler çıkıyor bence. Adamın canlı sesini dinledikten sonra kayıt, albüm, mp3 falan dinlemek istemedi canım açıkçası. Kendisi aynı zamanda pek de bir sempatikti. Bir de evlilik yüzüğünü taktığı için ayrı bir taktir ettim. pek bi şeker, pek bi tatlıydı. Neyse işte bu da röportajımız...





İstanbul’da ilk kez sahneye çıkacaksınız, neler hissediyorsunuz?
- Çok heyecanlıyım. Daha önce Türkiye’de hiç bulunmamıştım, bu benim için göz açıcı bir deneyim olacak.

Hiç bilmediğiniz bir ülkede konser vermek nasıl bir duygu?
- Bu benim için her zaman merak uyandıran bir şey. Bazen o konserden ne beklediğini bilmezsin ama bir sıcaklık umarsın. Ben de İstanbul konserimi heyecanla ve bir sıcaklık umarak bekliyorum.

Türkiye’ye ilk kez geleceğinizi söylediniz, peki ülkemiz hakkında bilgi sahibi misiniz?
- Evet, Türkiye hakkında birçok harika şey duydum, özellikle de İstanbul hakkında. Açıkçası ülkenize gelmek için sabırsızlanıyorum. Bir gün oraya ailemle gelip güzel zaman geçirebilmeyi de umuyorum.

Son olarak “Lustre” adlı albümünüzü çıkardınız. Nedir bu albümü diğerlerinden farklı kılan?
- “Lustre”, üzerinde daha çok odaklandığım, diğerlerine oranla daha neşeli bir albüm oldu. Sound’u daha kibar, sıcak ve dolu dolu bir albüm. “Lustre”, dünyanın pozitif yönlerini görmekle ilgili. Bazı şarkılarda hüzün var elbette ama bu da insancıl bir duygu değil mi zaten?

MÜZİK LİSTESİ ENDİŞEM OLSAYDI KENDİMİ TIMARHANEDE BULURDUM

İlk üç albümünüz İngiltere müzik listelerinde üst sıralardaydı. Ama dördüncü albümünüz “The Beautiful Lie”ın o kadar başarılı olmadığı söylendi. Sizce de başarısız bir albüm müydü?
- Dürüst olmak gerekirse, benim albümlerim hiçbir zaman en yüksek yerlerde olmadı. Hep yavaş yavaş sattılar. “The Beautiful Lie”, ailenin problemli çocuğu gibiydi. Zaman zaman eğlenceli, zaman zaman da son derece depresif bir çocuk gibi. Bu yüzden insanlar alıp dinlemiş midir, bilemiyorum. Ama ben o albümümü hâlâ seviyorum. Bir de şunu söylemek istiyorum; benim müzik listeleriyle ilgili endişelerim pek yok. Olsaydı, kendimi yerel bir tımarhanede bulurdum!

Tom Waits, Nick Cave ve Jeff Buckley ile karşılaştırılıyorsunuz. Sizce de müzikleriniz benziyor mu?
- Bu isimlerin hepsini seviyorum. Eğer onlarla karşılaştırılıyorsam, kendimi pohpohlanmış hissederim.

Özel bir ilham kaynağınız var mı?
- Her şey benim ilham kaynağım.

Peki, bir idolünüz var mı?
- Evet, hem de birçok idolüm var... George Carlin, Bill Hicks, Peter Cooke, Nina Simone, Oliver Reed, Hunter S. Thompson, Dorothy Parker, Jim Jarmusch, Mozart, Chopin, Debussy, Seethoven, Rza, Ralph Steadman, Magritte, William Blake, Robert Wyatt, Stephen Fry, Max Richter, The Beatles idollerimden sadece birkaçı...

KENDİ SESİMDEN SIKILMIŞTIM

“The Beautiful Lie”ın ardından bir best-of albümü çıkardınız ve daha sonra uzun bir süre müziğe ara verdiniz. Bu aranın sebebi neydi?
- Sadece değişik bir şeyler yapmaya ihtiyacım vardı. Kendi sesimden sıkılmıştım. O dönem müzik şirketimle ve menajerimle yollarımı ayırdım. Başka insanların müzikleri için söz yazmak istedim. Yine o dönem ilk çocuğum doğdu. Kendimi yanmış gibi hissediyordum ve yapmam gereken en doğru şey ara vermekti. Şimdi ise kendimi yenilenmiş hissediyorum.

20 Eylül 2010 Pazartesi

GENÇ ÇİFTİN MUTLU GÜNÜ




Genç çiftin mutlu günü
Altı yıl önce güzel bir yaz günü hayatımın aşkı diye tanımladığı Gizem Karamangil’le tanışan Caner Bal,geçtiğimiz gün Büyük Kulüp’te düzenlenen nişan töreniyle evliliğe giden yolda ilk ciddi adımı attı.

Beş yıldır birlikte olan çiftin bu güzel günlerinde çiftin ailesi ve yakın arkadaşları da hazır bulundu. Tüm gece bu mutlu günü kutlayan çift, davetliler eşliğinde bol bol dans etti. Özel bir bankanın İnsan Kaynakları bölümünde görev yapan 25 yaşındaki Karamangil’e ilk görüşte âşık olduğunu söyleyen 28 yaşındaki Bal, önümüzdeki yıl yapılacak olan düğün törenleri için odlukça heyecanlı olduğunu da açıkladı. Genç çiftin önümüzdeki yıl yaz aylarında dünya evine girmeyi planlıyor.